top of page

Depremin Sesi: “Ma Rıhna Nıhna Hon!”

Güncelleme tarihi: 23 Şub

Bu yazıyı anıların silinip giden hafızası karşısında yaşanılan, duyulan, görülen ve unutulanları kelimelerin kalıcılığı ile buluşturmak için yazıyorum. Geçtiğimiz günlerde depremin yüzüncü gününü arkamızda bıraktık. Arkasına dönüp bakanın göreceği şey ise yalnızca takvim yaprakları değil; yalnızlık, mücadele ve yaşam olacaktı. Bugün, bu yazı arkasına dönüp bakan gözün gördüğüdür.


Zamanın algısını yitirerek kaybolduğu, günün kalabalığının yorulmaya şans vermediği Hatay’da, düne kadar önemsiz görülen günlük işlerin bir mücadeleye dönüştüğüne tanıklık ettik. Varlığın yokluğa dönüşümü beraberinde gittiğimiz her yerde duyduğumuz şu cümleyi kattı haznemize: “Düne kadar her şeyimiz vardı!” Hatay’da depremi yaşayan insanlardan duyduğum ve cevap vermekte zorlandığım bu cümlenin anlamı gün geçtikçe daha da somutlaştı. Gezdiğimiz her köyde, her çadırda sınırlı imkânlar ile önümüze açılan sofra, düne kadar her şeyi olan insanların kurduğu sofraların büyüklüğünü ve bugün kuramadıkları sofradan duydukları hüznü derinlemesine hissettirdi.


“Düne Kadar Her Şeyimiz Vardı!”

Bu cümleyi bir başlık haline getirmek ve bu başlığın altında birkaç kelam etmek istiyorum. Okunulduğunda hayıflanmayı düşündürtebilir ancak özünde bu cümle mahcubiyeti ve öfkeyi anlatıyor. Deprem sonrası kurulan dayanışma ağının odağı bir an önce, yeterince ihtiyacı karşılamak oldu. Tüm bu kargaşada unutulan ise dayanışma ile toplanan yardımların dağıtımındaki tutumdu. Deprem, onu yaşayanlarda olduğu gibi tanıklık edenlerde de stres ve tahammülsüzlük yarattı. Bu yaratımın göz ardı edildiği ve kabul edilmediği süreçte ise dağıtımların rencide edici tavrını yaşamak kaçınılmaz oldu. Konuştuğumuz çokça insan yardımları almaktan utandığını ve geri durduğunu ifade etti. “Neden?” sorusunu yönelttiğimizde ise aldığımız cevaplar birbirine çokça benziyordu: “Benden daha çok ihtiyacı olan vardır.” ve “Azarlar gibi dağıtıyorlar.” Düne kadar her şeyi olan insanlar kaybettikleri varlığı, yokluğun altında ezdirmemek için çabalıyor, yeniden inşa edecekleri yaşamın direngenliğinde tutunuyorlardı yaşama.



ree

Kırıkhan, Nisan 2023


Göğü Kuşatan Bahur ve Reyhan Kokusu Hüzne İsyandı

Kırkıncı gün yürüyüşü, o gün orada olan herkeste iz bırakmış olmalı. Bahurdan göğe saçılan dumanın, gözyaşlarında saklı öfkenin ve enkaz üstlerine bırakılan reyhanların yolunda binlerce adım yıkıntılar arasında yürüdü. Her adımda farklı seslerden farklı isimler duyduk. Yanı başımızdaki yıkıntılarda sesini duyuramayanların isimleriydi duyulan, öfkeye ve acıya bulanmış. Kırkıncı gün, benim, arkadaşlarımın ve Hataylıların yaşanılan depremi özümsediği gündü. Bahurun ve reyhanın o güne kadar bilmediğimiz anlamını öğrendiğimiz, öğretilerin en kalıcı olanıydı. Şimdi göğsümüze mavzer bellediğimiz, yeniden inşanın umuduydu.

ree

Samandağ, Mart 2023

Unvanın Pratikteki Karşılıksızlığı

Bu söylemim kulağa zırvalama veya abartılı gelebilir. Belki de biraz abartılıdır. Nesnel görünümün öznel bir yorumu olarak kabul edin. Deprem bölgesine gitmeden önce herkes gibi katıldığım seminerler, aldığım eğitimler ve okuduğum makalelerin ikinci plana düşüşü üzerine de birkaç söz söylemem gerekir. Bu, mesleğin bir doğrusu olarak görülen ve sıklıkla maruz kalınan entelektüel gevezeliğin afet sonrası, onu yaşayan insanlarda beklenilen doyumun yaşanmadığına dair ön bir bilgilendirme. Gittiğimiz sahalarda “klinik psikolog” unvanının, dinleyici ve destekleyici özelliğin karşısında geri planda kaldığını söyleyebilirim. Buraya ayrıca parantez açmamın sebebi unvanın diğer özelliklerin önüne konulduğu durumlara şahitlik etmem ve bu şahitliğin yarattığı insanlarla açılan uçurumun hissediliyor oluşundan. Terapi odasını deprem bölgesine taşımanın imkansızlığı ile sonuçlanan üstenci tutumun yerle bir olan karşılığına tanıklık etmenin üzüntüsü ve mahcubiyetini duyumsadım. “Unvanın pratikteki karşılıksızlığı” söylemi, sahaya gidecek olan meslektaşlarımın önceliklerini belirlemeleri için ifade ettiğim, belki biraz da abartılı, bir deneyim olabilir. Bunun yanında bu söylemden teorinin bilinmemesi anlamı elbette çıkarılmamalı. Teorinin pratiğin koşulu olduğu somut bir durum, pratiğin de besleyici ve öğretici durumu gibi. Deprem bölgelerine gidilmeden önce orada karşılaşılacak olasılıkların ve bunlar karşısında nasıl hareket edileceğinin bilinmesi kurtarıcı bir özelliğe sahip.


Portakal Kokusunun Sardığı Sokaklarda Kurulacak Yeni Yaşam

Baharın gelişiyle sokakları portakal ağaçlarından yayılan koku sardı. Polen alerjisinden ötürü benim için her ne kadar çekilmez olsa da çiçeklerin diğerlerinin yüzünde bıraktığı tebessümü görmek istemsiz gülümsemeyi de getiriyordu. Yakın zamanda Antakya’daki rutinimiz küçük oluşların yarattığı büyük mutlulukla geçiyor. Bir pastanenin açılması, bakkalın dolan rafları, yollardaki otobüsler, Samandağ’da her hafta başka bir evde kurulan bayram sofraları… Kötülüğün, acının ve yalnızlığın üste örtülen perdesini aralayan her küçük adım, çoğalarak yaşamı savunuyor ve inşa ediyor.


Umutlu ve güzel şeylerden bahsederek açtığım bu başlığı biraz da hâlâ var olan sorunlara dikkat çekerek devam ettireceğim. Birçok sorunun içinden akla ilk gelenleri yazmak okunurluğu ve kalıcılığı pekiştirecektir. Düşündüğümde aklıma ilk gelen yaşam alanlarının işgal edilerek moloz döküm sahalarına dönüştürülmesi ve bu tehdit karşısında yaşamı savunan halkların direnişleri oluyor. Depremin yıkımını eskiten bu yaşamsal tehdit Antakyalıların şu anki kaygılarında öncelikli konumda yer alıyor. Diğer bir sorun da ilkiyle ilişkili olarak enkaz kaldırma rantının yarattığı tehlikeli taşıma işlemi. Kasası örtülmemiş, yollardaki denetimsizliği fırsata çevirerek en fazla demiri ayıklama yarışı bölgedeki yaşamı tehdit eden diğer bir unsur. Temel ihtiyaçların eksikliğini duyurmaktan dilinde tüy biten insanları tekrar ve tekrar hatırlatma gereksinimi duyuyorum. Bu eksikliği kalabalık bir aileye verilen bir buçuk litrelik suyu taşıyan ellerde, sokaklarda yakılmış kıyafet parçalarının bıraktığı kokuda, her fırtınada paramparça olan çadırda ve metrelerce uzayan yemek sıralarında görebilirsiniz.

ree

Umutla başladığımız başlığımızı, onu harmanlayarak sonlandıralım. Depremden önce gitmek isteyip de hep ertelediğim Samandağ’ın öncesini bilmiyor olmak burukluk bıraksa da bugün, “tüm zor koşullara rağmen böyleyse öncesinde nasıldı?” sorusuna tarifsiz cevaplar buluyorum. İnsanların misafiri olma statüsünden karşılıklı kurulan güven ilişkisinin kazanımını deneyimlemek, yolumuzun gözler tarafından aranmasının mutluluğu ile yaşamımda bir şeye, birisine dokunmanın verdiği hatırayı taşıyorum. Kültürlerin ve kimliklerin bir arada yaşayışlarının yarattığı umut, yeniden inşanın da temellerini atıyor. Ve portakal kokusunun sardığı sokaklarda yeniden inşanın filizleri bitiyor!



Samandağ, Mayıs 2023


Son Söz

Onlarca köy, yüzlerce insan ile tanışmanın son sözü her hâlükârda yarım kalacaktır. Değinemediğim yaşantıların affıyla, evden uzak olmayı bir an hissettirmemiş Antakya halklarına teşekkürle sözü bitirebilirim. Dayanışmayla kurulacak yeni yaşamın sözünü verdiğimiz her insanla yarın kucaklaşma umuduyla, dilimizden eksik olmayacak sesimizle:

“Ma Rıhna Nıhna Hon!”


ree

Bu köşeyi, çalışmalarımız boyunca yanımızda olan, saha dönüşlerinde tüm yorgunluğumuzu unutturan ve Mayıs ayında bir arabanın çarpıp kaçmasıyla kaybettiğimiz çocuğumuz ATO'ya ayırıyorum. Ekibimizdeki her yüzde gülümseme bırakan, yokluğuna alışamadığımız sevgili ATO'ya hasretle.

Yorumlar


İletişim

​​​​​

Email​:​

iletisim@pskcemarslan.com

​​​​​​​

Telefon:

0544 915 96 39

​​​​

Adres:

Osmanbey | Pangaltı

Şişli

© 2023 Klinik Psikolog Cem Arslan

bottom of page